Yazar: Napolyon
Aralık mı ocak mı bilemiyorum. Saat 17:00 hava daha kararmamış. Ocak olmalı o halde. Saat 17:00... Vapur kaçtaydı lan? Beş on mu, beş çeyrek mi? Çeyrek olmalı, on beş dakika var... Yetişebilirim. On beş dakika, 900 saniye eder. Matematik sorularında saatte 5 kilometre yürür insan. Benim yolum ise yaklaşık üç kilometre... 900 saniye, saniyeye üç nokta üç metre düşer, aslında zor, ama dedik ya, "yaklaşık"... "Kurmay subayların ömrü plan yapmakla geçer" demişti bir keresinde Mustafa Kemal, Enver'e... 15 dakikam var, demek ki matematik sorularındaki o normal insandan ki kendisi bin iki yüz elli metre gider bu zamanda, 2-3 kat hızlı gitsem yetecek, koşmaya gerek yok...
Bir şey oluyor bana bu caddede, bir tek burada, sanki yolda değil, suyun üzerinde yürüyorum. Dizlerimden değil, bileklerimden kırarak bacaklarımı, adeta “cat walk” yapıyorum, vücudum dimdik. Ama çiroz mankenler gibi değil, yere sağlam basıyorum, topuklarımı yere çakıyorum her adımımda. Sanki evimdeyim, o kadar da rahatım. Evimdeyim ya, benim burası… Her yerini biliyorum, her taşını, herkesi, herkesten iyi…
Aslında hiç düşünmedim bunları, sadece baktım saate, beşti. 15 dakika var, yetişirim dedim, kiliseye baktım önce. İstanbul’un en büyük ortodoks kilisesi... Sahi, Sümela'dan büyük müdür burası? Yok canım daha neler... "Metro geliyor" yazardı eskiden hemen karşımda, yazdı yıllarca, yıllarca gelemedi metro... Hemen solda Sıraselviler, Alman Hastahanesi ve St Pulcherie’ye gider... Güzeldir kızları, lisesi de açılmış şimdi, sade orta okuldu eskiden… Kızılkayalar ve Bambi... Hiç sevmedim Bambi'yi, kıymadan yapardı döneri... Seveni de sevmedim, döner dediğin etten olur, kıyma da neymiş, zaten seveni de ya sandviçlerini sever, ya da "popüler" oluşunu. Bambi'ye gelip de döner yiyene güvenilmez, yarı yolda bırakır insanı... Keşke vaktim olsa da bir dürüm döner iki de ıslak hamburger yesem… Bir de limonata… Burger King, güzeldi ilk geldiğinde, porsiyonları küçüldü sonra, bi sike benzemez oldu… Hemen yanında, swatch bayii, yeni açıldı bu, yoktu eskiden.
Sağda Karadeniz Şimşek Pide Salonu var, sabah akşam at yarışı izlerler, yemekleri de bok gibidir zaten… Bir de konsolosluğun yan kapısı, vizeler buradan verilir. Evet, Fransız konsolosluğu, en güzel yeri vermişiz bu ibnelere, “İstanbul’da nereye gidelim?” diye soran Fransızlara “konsolosluğunuza gidin, en güzel yer orası!” diye cevap verdim hep… Küçük bir kafe açılmıştı içinde, Dünya üzerinde beyaz peynirli krep yiyebileceğiniz tek yer… Yanına da domates-salatalık doğrarlar utanmadan, sanırsın krep değil, gözleme… Tam “doğu batı sentezi”!
Solda Saray, Sütiş, ve saire…Sağda Bereket döner, sakallı sakallı adamlar, güzeldir ama yemekleri… Hızlı hızlı yürüyorum, daha bir dakika oldu sadece. Eğer kilisenin önünden dolaşsaydım, buradan çıkacaktım caddeye. Ufak da bir saat tamircisi var bu ufak sokakta, o da benim gibi eskidir burada... Rebul Eczanesi, kim bilir kaç yıldır burada… Yüz yıl olmuştur? Oldu tabi ya, imparatorluğu gördü, ne de güzeldir kolonyası… Afacan döner, Küçük parmakkapı sokak. Solda Hacı Bekir… Yüz yıl olmuş mudur? Şaka lan şaka, o kadar da değil! Bin yedi yüz yetmiş yedi’den beri!
Acele etmem lazım, geç kalıyorum. Hüseyin Ağa Camii, yolun üçte birinin yarısı bitti… Hacı Abdullah… Sağda yeşilcam, Solda Hükümet Konağı… Pendor diye bir bar vardı eskiden buralarda, şimdi bowling salonu mu ne olmuş… Ve bir de katharsis olmalı ve meyci, açık mıdır ki şimdi onlar? Çiçek pasajı, Galatasaray… Vay vay vay, sadece kapısına bizim lise sığar! Sağda İngiliz konsolosluğu, kale gibi de yerdi hani façayı çizdirene kadar… İki pideci karşılıklı, Nizam ve Karadeniz… Ve balık pazarı ve nevizade. Paris Kahvesi varmış burada, ben yetişemedim, ya da yetişdim mi? Bilmem.
Neyse, İstiklal’i yarıladık, toplam yolumun üçte biri eder. Soldan insem? Boğazkesen , Tophane Spor Kulubü, Kılıç Ali Paşa ve Nusratiye… Meclisi Mebusan Caddesi. En ince minareli camiiymiş bu Nusratiye, üç metre de kazık üzerine inşaa etmişler nemden etkilenmesin diye. Tuhaf şey, iki cami yan yana, bu kadar farklı olsun. Mimar sinan bilmemiş mi kazık kullanmayı? O nasıl dayandırmış neme? İkisi arasında bir sürü nargile kafe… Eskiden Amerikan Pazarıydı bura, nargile timberland bottan daha çok kar bırakıyor demek…
Hayır, inmiyorum soldan. Düz devam ediyorum İstiklal’den. Yapı Kredi Kültür Merkezi’ni geçiyorum, buranın inşaatını da hatırlarım, Bellini’nin portresinin geldiğini de… Sağda, Şanzelize, bildiğin pavyon. En adisinden. Bir kere küçükken girmiştik de, şarkıcı kadının bacağımdan kalın kollarını görünce daha oturmadan koşarak kaçmıştık.
Yedi dakika olmuş. Hızlansan mı? Buradan Tünel’e kadar gözü kapalı giderim zaten, Oda Kule yolumu ikiye böler. Ve Nur-u Ziya Sokak… Şşş, sessiz… Fransız Sarayı, konsolosun evi. Panter Kırtasiye, tuhaf bir de kürkçü, bir kere kürk alan görmedim bu dükkandan. İsveç, Rus ve Hollanda konsoloslukları… Sahi, böyle miydi sırası? S90’ı vardı İsveç’in, kıyak arabaydı. Haha, arada bir de Kanada konsolosluğu. Üç yüz yetmiş üç numara, kuru yemişcinin üstü, ikinci kat. Çok komik bir yer, bildiğin apartman dairesi. Buralarda bir de Beyoğlu Anadolu Lisesi vardı, mezunları sadece Markiz ve Le Bon’a gider…
On yedi on. Tünel’e geldik mi? Davulcu Asım… Binsem mi? Hadi canım, aptal olma, yürümeye devam. Lay lay lom, Zuhal ve niceleri… Yüksek kaldırım. Yahu bu benjamin uydu anteni hala satılmadı mı bu kadar yıldır? Solda hamam, hah hah hah ha! Ve bir de St Benoit. Geç kalıyorum, koşayım artık. Bankalar Caddesi. Ziraat Bankası. Küçüklüğümü, O’nu hatırlıyorum, hala çenemde duruyor o iz. Değer miydi?
Uçarak karşıya geçiyorum, arabalar bana değemez burada. Dağ ve avcılık malzemeleri dükkanları… Köprüyü geçsem? Yeni Camii, Mısır Çarşısı, Eminönü… Hayır hayır, aynen devam… Son bir dakika, kaç basamak vardı burada? Konyalı saat… Vapurun düdüğü, yetişebilecek miyim? Akbilin sesi… Kapı kapanıyor…
Son geçen benim. İçerdeyim.
Sizin yorumlarınız ve bu yazıya yapılan yorumlar için